Çukurdaki Kral

Gel sana büyük liderlerin kaderinden söz edeyim. Onların yazıları gece ve gündüz gibi iki kutupludur. Çevrelerinde biriken dalkavuklar övgüler akıtır kulaklarına, hak etsin etmesin adlarına destanlar yazılır. Öte yandan korkakların ve kıskançların da dilinden karanlık masallar eksik olmaz. O yüzden başbuğum; gün gelir sen de kendine sorarsın; kimim ben aslında?

“Kimsin sen Attila?” diye bağırdı çukurun dibinden karanlık ses.

Hun kraliyet maiyeti savaştan dönerken yolda baskın yemişti. Düşman topraklarda olmadıklarından Attila’nın yanında az sayıda koruması vardı. Önden hızlıca eve varmak istemişti. Yeni gelini otağında bekliyordu kralı.

Yorgundu, yaşlı değildi ama çok genç de değildi, artık. Hani vardır ya, yaşlılığın kapıda göründüğü ama hala kendini genç sanabildiğin yaşlar, işte o sulardaydı Hun Başbuğu, gördüğü kışlar elliye yaklaşmıştı. Sakallarını kır almış, beli kalınlaşmış, kolları incelmişti. Eskisi kadar uzun süre at üzerinde duramıyordu ama ağzından gençlere çıkardığı taşlar da düşmüyordu.

“Erkeksen in aşağı Attila!”

Pis bir fırtına vardı, göz gözü görmüyordu. Saldırı sırasında öndeki karavanlar yoldan çıkmış hemen yan taraftaki yardan aşağı yuvarlanmıştı. İnsan, hayvan, enkaz, toprak ve çamur birbirine karışmıştı çukurun dibinde.

Attila adamlarına çukurun dibindeki haydutları oklamaları emrini vermişti ama içlerinden birinin sesi kesilmiyordu.

Attila gözlerini kısarak baktı ama fırtınanın içinde, tül gibi çökmüş yağmurun arasından bağıranı sadece bir yalın silüet olarak görüyordu. Ufak tefek, ince yapılı bir şeydi. Gözü kesiyordu aslında. Eskiden olsa iki adımda aşağı iner o herifin kellesiyle geri dönerdi. Şimdi ıslak beli üşüyordu, dizleri sızlıyordu.

Kimdi ki o? Kılıcıyla ölmeyi hak edecek biri değildi. İki adamına işaret etti.

“Kardeşini de adamlarına mı öldürttün korkak herif?”

Bunu duyunca genç adamlarından biriyle göz göze geldi Attila. Gelgeç bir sual gördü delikanlının yüzünde. Bu kadarı yetti, kral atından atladı, kılıcını sıyırdı…

Adamlarına sertçe geride durmalarını işaret edip belki de bir daha hiç çıkamayacağı o çukura indi.

Bir fırtınanın gözüne inmişti sanki, ayakta zor duruyordu, bir de ağır sis çökmüştü ıslak… yalın kılıç hasmını aradı.

“Beni mi arıyorsun?”

Attila sırıttı, sesin geldiği yöne döndü, hamlesini hazırladı ama donakaldı. Karşısında ağabeyi Bleda duruyordu. Acı acı gülümsüyordu. Kılıç tutan eli önce gevşedi. Bleda kahkaha attı.

“Neden durdun ki? Gel, vur kılıcı boynuma.”

Attila korkuyla kılıcını kaldırdı. “Albız tohumu!” diye bağırıp atıldı. Bleda geri çekildi. Şuracıktaydı ama Attila ona erişemedi. Tekrar savurdu kılıcını, Bleda gülümseyerek kaçtı. Attila hamlenin gücüyle yere kapaklandı.

“Ne oldu Attila? Yok mu gücün beni bir daha öldürmeye?”

“Var, bin kere de geri gelsen tamudan, bin kere de öldürürüm seni” dedi, kılıcına yaslanarak kalktı. Kalkar kalmaz vahşi bir saplayışla Bleda’nın karnını deşti. Ama o gülümsemeye devam ediyordu. Attila’nın kılıç tutan bileğini kavradı.

“Emin misin? Beni bin kere daha öldürebilir misin?” derken Bleda’nın gözleri içinde binlerce yıldızın parıldadığı sonsuz bir karanlığa battı. Sonra yüzü titredi, ağır ağır kayboldu. O sonsuz gözlerin etrafında babasının yüzü belirdi. Hor gören, yukarıdan bakan.

“Sende var mı o yürek oğlum? Öldürür müsün?”

Attila dehşetle kılıcını çekip kurtardı ve bir daha sapladı.

“Öldürürüm.”

Sonra adamın yüzünden Attila’nın tüm düşmanların suratları aktı birbiri ardına.

“Kaç kere daha öldürürsün söyle?”

“Karşıma çıktığın kadar öldürürüm, sonsuza kadar öldürürüm,” diye bağırdı, kılıç kabzasına kadar gömüldü ama bir damla bile kan yoktu.

Gölgenin yüzü bomboş, soğuk bir gülümsemeyle ayrıldı.

“O zaman…” dedi bir fısıltıya dönüşen ses, binlerce dudaktan koparcasına.

“Hiç bitmesin uğraşın, sonsuza kadar vuruşasın, öfken hiç dinmesin, ateşin hiç sönmesin!”

Dedi Gallusar’un lanetli ağzı…

Ellerinin arasındaki gövde bir toz gibi döküldü, ışık vuran bir gölge gibi silinip gitti. Etrafındaki sis dağılmaya başladı, dağıldıkça aralanan perde gibi başka bir diyar çıktı ortaya.

Rüyadan uyanır gibi silkindi. Etrafına bakındı. Nerede olduğunu anlayamadı ama baktıkça güzelleşen bir yöreydi burası. Bozkırı av dolu yumuşacık, ufuklar ulu ormanlarla, başı dumanlı dağlarla çevriliydi. Gökyüzü yıldızlardan bir denizdi, yine de gündüz gibi aydınlıktı dünya.

Attila kendine bir baktı. Bacakları güçle doluydu, bir pars gibi sıçraya sıçraya koşsa fersah fersah, körük gibi ciğerleri yorulmazdı. Derin bir nefes aldı, gerindi. Kolları fil bacağı gibi kalındı, beli incecikti. Şaşkınlıkla sanki hep böyleymiş gibi hissetti. Sanki kendisi değildi de adına yakılan destanlardan fırlamış bir kahramandı. Coştu…

Öküz sağrısı gibi göğsünü şişirip naralandı, karşıki dağları çınlattı.

“Neredeyim ben? Öldüm de uçmağa mı girdim,” dedi kendi kendine. Başını kaldırınca karşısında destani bir oba buldu.

Altın gölgelikli, ulu otağların ortasında çalımla yürüyen uzun boylu bahadırlar ve ince kızlar pırıl pırıl gülümsediler onu görünce. Etrafını çevirdiler, kopuzlar çaldı, davullar vuruldu, yağlı etler kızardı.

Attila şaşkınlık içinde sürüklenip giderken orada bir dostu, burada bir atayı, şurada bir eski sevdasını gördü. Hepsi de çoktan göçüp gitmiş kişilerdi. Şimdi etrafını çevirmiş başbuğu kutluyorlardı.

Ak yüzlü bir kam çıktı karşısına “Burası neresi?” diye sordu Attila.

“Senin obandır.”

“Burası soylardaki, boylardaki obalara benzer,” dedi Attila. Kam şefkatle gülümsedi onu omzundan tutup şölene götürdü.

Attila’nın şerefine destanlar aktı kımızla birlikte. Her gün bir şölen, her gün bir kutlu avla birbiri ardına yıldızların altında akıp gitti. Her an gündüz, birbirinin aynısı bir coşkuyla devam etti bir vakit.

Bir gün ansızın göklerden ulu bir boru sesi koptu. Bastığı yer davul derisi gibi titredi, tüm diyar dondu, yıldızlar kızıla kesti.

Gece oldu ilk kez. Şarkılar sustu.

Obanın insanları etrafını çevirdiler, Attila uzaklaşmak istese de izin vermediler. Pusatlarını getirdiler, tam ortada bir ateş yandı. Kam Attila’yı oturttu. Ateşe bir toz attı. Alaz saçıldı karanlığın içinde.

“Söz verdin Attila,” dedi, kamın gözlerinde tuhaf bir ışık gördü Attila, kervanın basıldığı günü anımsadı, çukurdaki adamın gözleri gibi yıldızlarla doluydu kamın bakışları.

“Her gün, sonsuza kadar dövüşmeye…”

Attila donakaldı, kalkmak istedi ama yapamadı. Gövdesinin hakimiyetini kaybetti, ateşten yükselen duman bir örtü gibi üzerine yayıldı, sardı ve kaldırdı. Attila ağır ağır karanlıkta kayboldu.

Gözlerini açtığında, ellerinde pusatları, yanında yoldaşları, Şafak Sınırı’ndaydı.

İçinde kendine ait olmayan bir irade vardı, uğursuz bir piramitten akan destanların iradesiyle koştu. Gölgelerin içinden gelen düşmanlarla boğuştu, çatallı yollardan geçip hasımlarına saldırdı.

Ama başına gelenleri ancak Şafağın Sınırını geçtiğinde anladı. Karşısında öyle bir düşman vardı ki;

Yüzü kendi yüzü, eli kendi eli, sözü kendi sözü…